içimde bir şey yırttı ne demek

Neden bir yabancı olduk bu hayatta kardeşken sevgiliyken. ben hariç herkes yaşamak istediği hayatı yaşasın herkes olmak istediği insanlar olsun mutlu olsunlar ben hariç herkes mutlu olsun. Çok sevdim o kardeşlerimi o aşkımı ama hepimiz birer yabancıydık, yalancıydık bizler birer oyuncuyduk senin sahnende sen ne desen o oldu. İnsanın sahip olduğu tek gerçek sadece melankoliyken.. cümleler boğazımıza düğümlenip dururken ve bizim söyleyeceklerimiz, yazacaklarımız bir o kadar çok ve az iken, kendi benliğimizde gidip gelirken, hiç bir şey ve her şeyin ortasında kaybolmuşken hiçbir mutluluğun bizi var edemeyeceği gerçeğini kabul edemiyor Zaman için söylenmiş pek çok şey var. En çok duyduğumuz şeyler arasında zaman en büyük ilaçtır. Zaman çok hızlı akıp gidiyor gibi çoğaltmalar yapabiliriz. Bazen zaman bazen bize çiçekler verse de onu iyi yönetemediğimiz de birden zamanın kendisi zehirli bir çiçek haline dönüşüveriyor. Şimdi yeşil çimlerin Biryandan konuşuyordu mırıl mırıl, bir yandan yalayıp emiyordu. Hele dilini sertleştirip içime sokunca ben kendimden geçtim. Titreyerek ve kasılarak eniştemin ağzına boşaldım. Bütün am suyumu yaladı yuttu. Boşalmıştım ama amım fırın gibi yanıyor, içine girecek bir şey istiyordu. Yine de ideolojisi ne olursa olsun, içindeki çatlak dibe doğru indikçe sesi yukarılara çıkan şairin şiiri iyi şiirdir tabii. Bir şey acır içimde, bu şiire ne kattın? Hüdayinabit çiçeği gibi. Kendiliğinden, kendi kendine biten Rencontre Avec Joe Black Bande Annonce. He spits out stuff like I didn't do it I don't remember or something evil lives inside şeylerin yanlış gittiğini bir sorun olduğunu söylediklerindetek düşünebildiğim şey içimde büyüyen şeyin bir şeytan I can think… When they told me that something was wrong… that there was a problemwas that this thing that was growing inside me was evil. İnsanlar da tercüme ediyor All I really know is it's basically Satan in a in a stick. All I really know is it's changed in me since the you think I got a motherfuckin' demon?I may have demon blood but so do others that you so do others that you love I may have demon ben içimde bir şekilde şeytan kanı olduğunu ve bunun kötü olduğunu saf olmadığımı biliyor muydum?You think maybe I knew? I mean deep down that I had demon blood in me and about the evil of it and that I wasn't pure?Who would kill an Archdeacon but a man touched by the Devil himself?Başka kişilerin ihtiyarınaWhen you dealwith other people's discretion that leaves a hole for the devil to pop up. Koşumum gıcırdar ölmek dilerimBağrım kaynıyordur yüklerim ağır…Bilesin kavuşmak yok İslamlıktaKavuşan kısmısı ancak gâvurdur Bu şiir Süleyman Çobanoğlu'nun Tekfurun Kızı adlı şiirinden; kavuşamayanların diğer yarısı da “gâvurdur” oysa. Şair bunu bilmez mi? Bilir de demez sanki. O halde aşk acısı tanrının bilmediği bir şey olmalı, bunu ikinci kez söylüyorum galiba. Öyle olmasaydı bir çaresi olmaz mıydı? “İnsan sevdi miydi buna bir çare düşünmeli” dedi diye de bir başka şair. İnsanlar çaresini bulduk' sandıkları her şeyde yanılır; ötelemektir o, çare değil. Ben şiire inanırım, kitaba ve tabiata. İnanırım, sabahları kuşluk vakti evden avluya dökülen türküye, şarkıya. Tutulur kalırım, sabahları saba makamıyla kalbimi ince ince oyan Ezan'a. Başka da bir inancım olmadı bu dünyada. Aynaya baksam kendimi gördüğüme inanmayacak kadar hatta. Şiirini fena aşılayan şairlere de inanırım. Çamurumuz başka başka sularla karılmış olsa da. Onlar elmayı tatmış, buğdayı yutmuş günah bize yazılmış olsa da. Fakat şiir de insana inancını tazeleyecek şeyler söylemeli. Hiç değilse arada sırada. Çobanoğlu'nun şiirleri bunu söyler ama Çobanoğlu söylemez. Dile gelen fikir boş bir zikir olarak kalır. “Allah! Allah!” diye atsa da şah damar, iş ideolojiye döndüğünde Allah lafzını yıkar atar. İşte buradan bun' doğar. Ölmedimse hep bun'dan derim. En kötü şiire bile her gün bir kez can borçlanmışımdır. Ruhuma bir şey aşılandı sanki ta çocukluğumda bir duvarın arkasında ağlaya ağlaya türkü söyleyen o genç adam sabaha doğru kendini astığında. İşittim feryadını kırıldı belimGelmek mümkün değil bağışla beniDidindim çırpındım kapalı yolumGelmek mümkün değil bağışla beni* Bir şarkı/türkü, bir şiir birden ruhunuza dokunuverir; orada o an bir incecik gedik açılır içeriye doğru bir girdap gibi döne döne yol alır. Suyun, camın, ahşabın içinde bir şey gibi görünmez incelikte çatlayıp çatallanır, yayılır gibi yerleşir ruhuna insanın. Ölümü de düşündürür, yaşamayı da sonsuz bir şeymiş gibi. İşte bütün bunlara neden olan kavuşamamak' niye ki? Yani insanı insandan ayıran Allah mıdır, ideoloji mi? Attığımda o oku ben atmadım sen attın, demek ki fikirler sözlerle çelişiyorsa şüphe ortadan kalkmamış demektir. Benden daha ne olur, yürür yalan söylerimbir şey acır içimde bu göğsüme ne kattınsende noksan bulmadım şu yerle gök yanarken attığımda o oku ben atmadım sen attın Rab bu nasıl denizdir yüzme bilen kuşu yokiçimde acır bir şey bu göğsüme ne kattınanlar gibi olmuştum yetmiş üçte bir cumaattığımda o oku ben atmadım sen attın geçer gider hacegân ve ahûlar ve zamanacır bir şey içimde bu göğsüme ne kattınbilmem değmişse bile ağa yahut karayaattığımda o oku ben atmadım sen attın Yine de ideolojisi ne olursa olsun, içindeki çatlak dibe doğru indikçe sesi yukarılara çıkan şairin şiiri iyi şiirdir tabii. Bir şey acır içimde, bu şiire ne kattın? Hüdayinabit çiçeği gibi. Kendiliğinden, kendi kendine biten… Çünkü şair ne söylerse söylesin, şiiri okuyanın anladığından başka bir şey değildir. Çünkü şair ölünce insan' gömülür. Kim geldi de bu dünyaya ölünce fikirleriyle, diniyle birlikte gömülmedi? Şair de gider şiiri kalır. İster haçını son zehirle dolu bir alyans gibi taşısın boynunda, isterse mihrabında diz çöksün bir başkasının inanmadığı bir tanrıya her gün kendini kurban ede ede. Şiir yazıldıktan sonra şairinden muaftır -en azından benimkiler öyledir-, yalnız adı yazılı kalır şairin bir mermere yazılmış gibi dizelerinin altında. Çünkü “Şiir onu yazanın değil, ona ihtiyacı olanındır.”** Ki o şiir gerçekten lezzetli, etkileyici bir şiirse altında yazan isim silinmez dünya milyon kere değişse. Silinmez ama sessiz harfler gibi kalır öylece. “Her şeyin bir sahibi var” cümlesini doğrulamak için belki de.” Peki, bu kimsesizliğin sahibi kim? Düşünenler ölümü el tetikte yahut çıkmış iskemleye tutunmuş ipe bir kara kurt gibi hırçın kararsızlığın elinde… Bir bilseler bir dize kurtarabilir bazen insanı, bazen bir şarkı. İnsanı yaşatırsa iç sesi yaşatır, dürüstse ve hep doğruyu söylüyorsa kendine. Dürüstlük kardeşidir karamsarlığın ve karamsarlık, insana gerçekçi olmaktan başka bir yol bırakmaz çünkü. O anda o yola girebilmek için dur, bekle. Otur bir türkü söyle, bir şiir oku. Kim hangi din ile hangi dil ile yazmış olursa olsun onu. Sen şairi dinleme, şiiri oku. O inat yazmıştır, sen hoş gör/ü oku. Kalbin bir gergeften geçiyor gibi gelecek belki sana. Parçalanıyormuşsun gibi kan revan içinde de bulabilirsin sineni evet, tabii. Kaygının eline düştünse, canın sıkılmış, üzüldünse tekrar edersin bir kere o bir tek dizeyi, mırıldanırsın arkasından oturup ağlamak gelse bile o şarkıyı, o türküyü, o şiiri. Bağ bozumu gibi dökülür içini kaplayan gurbetlik, işte o zaman karar verirsin Kalmalı mıyım, gitmeli mi? El titrer varamaz tetiğe, ipi bırakır inersin iskemleden aşağıya. Ama girdap... Girdap döne döne yol alır içinde daha derine, en dibe. Daha dayanıklı daha yetişkin biri olarak ayağa kalk diye. Sarıköy'e de uğra on bir kabri komagılBenden sonra bir daha turnaları bırakmaAtın sor hatırını köpük köpük alnınıYörende bir oğlancık pes gönlünü farıtma Benden sonra bir daha suya girme tedbirsiz Bulut kızdı mı bakma itimad etme kumaÇöküp de bir cigara yakarkenki o ışıkTanık olsun –bir tanık lazımdır olduğuma Yoksa kimler bilecek burada böyle bir adamYüzü yüzlerden kesik kalbi sazlardan kesikBenden sonra bir daha Allah'a boyun uzatEmr aluban tabiat okusun türlü betik Dünyaya aldırmayan gözlerin ışıl ışılKaranuluk içinde ateş yakmış çobanlarBenden sonra bir daha usul ağla ağlarsanYağmura hürmetinden ağladığın zamanlar Seni sevip çekildim dedim dünya bu kadarKar örttü ovaları ne gölge var ne de izBenden sonra bir daha gözetleme afakîYabancıyız nihayet ekmeğe etmek deriz Süleyman Çobanoğlu, düşman olsak -ki değiliz tabii niçin olalım, hemfikir de sayılırız kimi konularda niye olmayalım- her koşulda kitaplarını cebimde taşıyacağım bir şair. “Ben sağcı bir adamım” dese de, insan kalbinin sol tarafta attığını bilir herhalde. İdeolojiler öldürür, ideolojiler kötüdür ben buna inanırım. Şiir, dildeki en müthiş biçimdir. İnsanı ipten alır, ipe götürür. Elbette Türkçe şiir için var olmuş, şiirle var olmuş en nadide dillerden biridir. İncecik bir damardır ciğerden kalbe doğru. Kan dökülürse ziyan olur, olmasın diye, kalpten beyne nefes taşır. Dil, Yunus Emre'yi hem aşka hem yollara düşüren buğday değil nefestir. Öyleyse nefes almak herkes içindir. Şiirde de öyle olsa keşke. Kimse okunu ateşe verip baldıran zehrine banıp da fırlatmasa kimseye... “İlle de ideoloji, ideoloji” diye. Bütün sular akıp kendi kendine varsa denize. Her şeyin sonunda dökülüp birbirine karıştığı o deniz, o umman zaten Allah'ın kendisi değil mi? Çobanoğlu dili hak dininden sayıyor. Türkçe için Müslüman dildir diyor ve Türkler Ezan'ı Arapça dinliyor. En çok da bu yüzden Tamgalar** sadece bir kitap adı olduğu için güzeldir. * Nesimi Çimen/ Bağışla Beni **Ateşli Sabır Postası filmi Pablo Neruda Gezmeyi özledim. Alternatif bekar bir anne olarak, boşandıktan sonra kendimi kurslara atarak paramı fazlasıyla ve önceden harcamış biri olarak, şu anda gezme özgürlüğümü olabildiğince kısıtlamış durumdayım. Gezi bölümüne bir yazı yazmayı düşündüğümde, önce neyi yazabilirim diye sorguladım, sanki yıllardır hiç gezmiyormuşum gibi geldi. Sonra biraz düşününce…Birden Ayvalık Cunda adasındaki Aynalı Kahve’deki yorgun yüzleri gördüm, aynadan yansıyan yüzlerde birikmiş duyguları, daha önce oraya girmiş olan turistlerin geçiciliğini, orada yaşayanların kalıcılığını ve orada yaşayan kadınların hiç oraya girmediklerinden olmayan yüzlerini… Assos’taki kahveden aşağıya bakıldığında uçsuz bucaksız manzarayı, İstanbul’da artık bulunmayan boşluğu…Sinop’a yaptığımız gezide, gecelerin canlılığını, herkesin sokaklarda oluşunu, savaşın ruhunun hala orada gezindiğini…Üniversitedeyken gittiğimiz İzmir’de bir yerlerden okuduğum kumrunun nasıl bir şey olduğunu görene kadar ne kadar dolaştığımızı, alt tarafı susamlı bir ekmek arasındaki peynir ve domatesin ne kadar ünlenebildiğine şaşırdığımı hatırladım. Sonra birden kafamda gezi=yolculuk sözcükleri belirdi… hmmm, yolculuk, yani yolda olmak, yolcu olmak…Ve birden fark ettim ki, aslında her gün ayrı bir yolculuk -her gün Büyükdere-Güneşli arasındaki yolda toplu taşıma araçlarında karşılaştığım insanların Assos’ta sokakta kekik satan adamdan ne farkı var benim için?-uyurgezerlerin yaptığı yolculuklar gibi gezmeler ister miyim? Ya da hayatı bir uyurgezer gibi hiç farkındalığım olmadan geçirmek ister miyim? -astral yolculuk yapmak nasıl bir şeydir, acaba hiç başıma gelmiş midir, yoksa aslında uykumda hep rüya gördüğümü mü düşünüyorum?-koyduğum hedeflere giderken yürüdüğüm yol bana neleri öğretiyor?-içsel yolculuk aslında en büyük macera değil mi?-hayat yolumu tam buldum mu? Bu yolda çevre temizliğine ne kadar önem veriyorum, ne kadar dikkat ediyorum?İnsanlar neden gezilere giderler? Neden yolculuklara çıkarlar? Biraz oldukları ortamdan uzaklaşmak, biraz kafa dağıtmak, biraz dinlenmek, biraz öğrenmek, biraz görmek, biraz değişiklik, biraz farkındalık… hepsinin ayrı tadı var, ayrı ayrı ya da hepsi bir arada nasıl güzel bir baharattır bu, hayatımıza kattığımız… Oktay Ekşi’den okuduğum çok eski bir yazıda, nereye gidersen git, kafanı da beraberinde götürdüğünde aslında o bir gezi değildir, gibi bir cümle vardı, onu okuduğumda bana soğuk duş etkisi yapmıştı. Gittiğimiz yerlerde de aynı kalıyorsak ve hiçbir şey görmüyorsak, fark etmiyorsak, o zaman gitmenin, gezmenin ne anlamı var? Bunu zamana uyarlayarak olabildiğince cep telefonumu yanıma almadan tatil yapmaya çalışıyorum. Bu yüzden de tatile çıkanların deniz kenarında çalan cep telefonlarına büyük bir istekle cevap vermeye çalışmalarını üzülerek seyrediyorum, ben önemliyim, bensiz işler yürümez diye bağıran egonun sesi her zaman esen yelin, sahile vuran dalganın sesini bastırıyor. Çok gezenlere hep imrenmişimdir, iş yerinde monitörümün alt kısmında genelde gitmek istediğim yerlerin bir listesi vardır, bazılarına gitmeyi başardım, ama hala gitmek istediğim Eskişehir ve Kastamonu gezileri sırada bekliyor. Sinop gezisini yaptıktan sonra her yıl en az 3 günlüğüne bir şehre kızımla birlikte gitmeye karar vermiştim. Sadece yataklı trenle Ankara gezisini gerçekleştirebildik henüz, ama can çıkmayınca umut bitmezmiş. Hala zamanım var. JBu arada üniversiteden sonra bir türlü yapamadığım Interrail gezisi içimde ukte olarak duruyor, ama sonraları 55 yaş üstü insanların da bu geziyi gerçekleştirme haklarının olduğunu öğrendim. Hala zamanım var. J Bir de aslında dini açıdan değil, ama enerjisi yüzünden yapmak istediğim Ümre gezisi var. Enerji işlerine girdiğimden beri Mekke, Medine civarına giden insanların oranın enerjisinde çok değişik şeyler hissettiklerini ve bir neden yokken ağlamaya başladıklarını duyuyorum ve merak ediyorum. Bu arada 40 yaş altı kadınların ümre ve haca tek başına gitmeye izinleri olmadığını duydum. Ömrüm bir çok yeri görmeme izin vermeyecektir diye düşünüyorum. Bir aborjin köyü görmek çok muhteşem olabilir örneğin ya da bir Kızılderili köyünde birkaç gece kalmak… bazı kişiler vardır, belgeselleri ve başkalarının gezdiği yerleri televizyondan seyretmeyi severler, nedense içimdeki protestocu Banu ortaya çıkıp, öyle zamanlarda televizyonun kanalını değiştirmeyi seviyor. Hatta gezi programları yapan ve sunan kişilere bu konuya özel , sinirlenen bir tarafım var. Sanırım onların yerinde olamadığım için yoksaymayı seçiyorum. Hem para kazan, hem gez, hem tadını çıkar, sonra da aman çok yorucu diye hayıflan… içine girince illa ki, yorucu ve sinir bozucu tarafları vardır, ama bu taraftan bakınca hiç de öyle düşünemiyorum, kusura bakmasınlar… Mengi, günümüz Türkiye'sinde oyunculuğu icra edebilmenin bile tek başına politik bir eylem olduğunu düşünüyor. İnandığı gibi yaşıyor, öyle hareket ediyor. Bunu "ilkelerim" deyip romantikleştirmiyor da, çünkü Mengi'nin pusulası hep vicdanı. Sezgi Mengi'nin oyunculuk serüveni okulu kırmasıyla başlıyor. Çünkü eğitim sisteminin çocukları tek düzeleştirdiğini düşünüyor. Tek bir şey olmaktansa her şey olmak istemesi de bundan. Elbette disiplinden kaçarken kendini disiplinler arası bir kulvar da bulması da onun şansı! Sezgi Mengi oynamaya doyamadığı için başka alanlarla ilgilenemediğini söylüyor. Ama iler bir tiyatro rejisi yapma fikrinin heyecanını taşıyor. Oyunculuğun bir ilüzyon olduğuna inanıyor, o yüzden nasıl yapıldığına dair fazla konuşmak istemiyor. Bunu bir sihirbazın numaralarını seyirciye anlatmaması gibi görüyor. İşte Sezgi Mengi'nin dünyası...-Oyunculuk serüvenin okulu kırmakla başlamış. Neydi okulda bulamadığınız, neydi sizi tiyatro sahnesine, oyunculuğa çeken? Okul özellikle orta öğretim gencecik çocukların sistem tarafından bir kalıba sokulduğu, tek düzeleştirildiği bir sistem. Bense o dönemlerde tek bir şey olmaktansa her şey olmak istiyordum. Beni tek düzeleştiren sistemden kaçarken tiyatroyla tanıştım. Birgün Topağcı'nda yürürken Ayla Algan'ın oyunculuk okulunun tabelasını gördüm ve içeri girdim. O gün hayatımın dönüm noktasıydı, okulu kırıp kırıp Ayla hoca'nın derslerine katılıyordum, Şehir Tiyatroları'nda gizli gizli sahne arkalarında provaları izliyordum. Ergenlik dönemim böyle geçti. Disiplinden kaçarken disiplinler arası bir mecrada buldum kendimi! Sonrasında Şahika Tekand'ın eğitmenliğinde Studio Oyuncuları'nda dört oyunculuk eğitimi aldım. Üniversitede sanat yönetimi okudum. Studio ve üniversite birlikte gitti. Çift anadal yapmış gibiydim. Şahika Tekand tam da bu bahsettiğim meseleler üzerinden oluşturmuş bir müfredatı vardı. O anlamda kendimi en mutlu hissettiğim yerdi Studio. Oyunculuğu entelektüel bir mesele olarak ele alan bir kurumdur, o yüzden orada büyüdüm diyebilirim. -Oyunculuk nasıl bir uğraş, bu anlamda oyunculuktaki derdiniz nedir? Benim için oyunculuk hikaye anlatmak, cümlelerin sözcüsü olmak demek. Kendini başka bir şekilde var edebilme cesaretini içimde arama süreci demek... Hele ki her şeyin bu kadar net konuşulup ama net konuşturulmadığı bir dönemde oyunculukla bazı hikayeleri anlatmak, bazı cümlelerin sözcüsü olmak benim için çok değerli. -Bu sezon "O Hayat Benim" dizisinde görüyoruz sizi. Başka projeleriniz var mı, ya da hayalleriniz? İki sezondur dizi yapamıyordum, tiyatro oyunları vardı. Turneler ve zaman uyuşmazlıkları yüzünde televizyondan uzak kalmıştım. "O Hayat Benim"in yönetmeni Hülya Bilban'la daha önceden çalışmıştık, dizideki oyuncuların bir çoğuyla da daha önceden tanışıyoruz. Şu anki "vahşi rating" sisteminde devam eden bir işte yer almak çok cazip geldi, rolüm de çok hoşuma gitti. Bu arada okuduğum bir tekst var, provalarına dahi başlanmadığı için söylemeyi doğru bulmuyorum ama Ocak- Şubat gibi yeni oyun yolda. Ben her sezon tiyatro oynamazsam kendimi çok eksik hissediyorum, o yüzden her koşulda tiyatro yapmak için çabalıyorum. -Yazmak çizmek yönetmek var mı kafanızda? Oynamaya doymadığım için diğer alanlarla aktif olarak ilgilenmiyorum ama bir tiyatro rejisi yapma fikri uyuzumu çok kaşıyor. Ancak daha vakit olduğunu düşünüyorum, şimdilik seyirciyle iletişimim oyunculuğun izin verdiği kadar. -Malum memleketin hali ortada. Artık kimse konuşmuyor, konuşamıyor. Sanat da bundan nasibini çoktan aldı. Sansür ve baskıyla daha ne kadar yaşayabiliriz? Artık öyle bir noktaya geldik ki, her şeyimiz politize edildi. Böyle bir sistemde oyunculuk mesleğini icra etmek tek başına politik bir eylem. Oyunculuk zaten kendi içinde politik. Tarihin bir çok döneminde en büyük sanat eserleri büyük savaşlar sonrası, baskıcı rejimlerin olduğu süreçlerde çıkmıştır. Örneğin 1. ve 2. Dünya Savaşları'nı ve sonuçlarını bilmeden, bunun topluma etkilerini bilmeden 20. yüzyıl sanatını anlamamız mümkün değil. Aynısı bu dönem için de geçerli. Şu anda biz genç tiyatro oyuncuları, yönetmenleri, yazarları olarak gelecekte icra edecek bir sanat olması için uğraşıyoruz, çünkü yaşadığımız dönem içinde o kadar malzeme barındırıyor ki! Böyle dönemlerde Baudelaire'ci yaklaşıma, yani yaratım için kötü şeylerden, acılarımızdan beslenmemiz gerekiyor çünkü negatif şeyler her zaman yaratıcılığı tetikler. -Yandaş sanat var bir de tabii. Pek çok insan ekmeği ve vicdanı arasında bırakılıyor. Siz bu anlamda hiç korktunuz mu ya da taraf seçmek zorunda kaldınız mı? Sanat ve totaliter düzen birbirine o kadar zıt yapılar ki. Eğer sanatı totaliter düzenin içinde değerlendirecek olursak, sanat yap- bozun hiçbir yerine oturmayan, uyumsuz bir parçadır ama o uyumsuzluk kendi içinde bir mükemmellik içerir. O uyumsuz parça sayesinde yap-bozu oluşturan kişi kafasını masadan kaldırır ve yap-bozda oluşan resmi değil, gerçek resmi görmeye başlar. Böyle bir yapıyla yandaş olmak mümkün müdür? Benim açımdansa inandığım şeyler üzerinden hareket ettim. Ama buna ilkelerim diyerek romantikleştirmekten ziyade, vicdanım demeyi daha doğru buluyorum. Türkiye'de ölen işçilere, madencilere, barışçıl gençlere bir insanın canı yanmıyorsa orada ciddi bir eksik vardır. Eğer politik bir duruştan söz ediyorsak, bunu entelektüel kavramlarla açıklamaktan ziyade vicdanımla açıklayabiliyorum. -Hayatla aranız nasıl? Mücadele mi ediyorsunuz yoksa uzlaştınız mı onunla? Hayatla hiçbir zaman uzlaşma gibi bir durumum olabileceğini düşünmüyorum. Bir kere yaptığım iş normal bir düzeni kaldıramayacak noktada sürüyor. Sadece pratik olarak değil, düşünce olarak da olaylara yaklaşımınızı etkiliyor. Algılarınızı açık tuttukça bir şeylerden iyi veya kötü daha çok etkileniyorsunuz, daha büyük yaşıyorsunuz. Ama şu anki sürecim için şöyle diyebilirim hayat benle uzlaştı galiba. Ama insanın içindeki o mücadele isteği hiçbir zaman bitmiyor, bu belki de hayata kalma güdüsüyle doğru orantılı. Büyüdükçe de insan biraz daha ehlileşiyor, duyguları büyük de olsa, dışavurumları eskiye oranla daha farklı oluyor. Bireysel bir mutsuzluğa verilen tepki eskisiyle aynı olmuyor ama yine de o mutsuzlukla mücadele isteği hiçbir zaman da bitmiyor, hem de her anlamda! London- 2012 Triatlon, Pentatlon ve Dekatlon gibi spor dallarını ciddi ciddi maymun iştahlılık olarak görüyorum. Ne o öyle abi, açık büfe kahvaltı gibi; çok istiyorsan birini yap. Yeteneğin varsa ikisini yap ama üç - beş derken on ne oluyor arkadaşım? Atari atletizmi mi bu? Bir itibarı olmalı .. H2CO3 Gazoz şişesinde yukarı yukarı aceleyle yüzen baloncukların bizim bilmediğimiz bir şey bildiğine inanıyorum. resim temsili falan değildir. evet. en sevdiğim gazoz zafer gazozlarıdır. itirazı olan ? gözün gözüme kaçtı Karşınızdaki insanın gözlerine bakıyorum diye düşünüyor olabilirsiniz ama gerçekte sadece bir gözüne bakabilme şansınız vardır. Örneğin; ben biriyle göz göze geldiğimde düşünürüm hangi göze bakıyorum diye.. Ama durum bunun gibi kontrollü bir duruma gelince, bu sefer de karşıdaki insanoğlunun ne anlattığıyla pek ilgilenmemeye başlıyorsun.. İlgilenmek istesen de beyin kıvrımların 2'ye ayrılıcak gibi sinyaller vermeye başlıyor. Bir de karşıdaki insanın senin hangi gözüne baktığını -bulmaca- kisvesine sokarak bulmaya uğraşıyorsun. Yok o da sanıldığı kadar kolay değil. Devreyi yakabilirsin dikkat ! Aslında o civardaki 4 göz içinde ikisi senin, ikisi benim diyelim yalnızca 2 tanesi birbirine bakıyor. farkındayım analitik bir çözümleme gibi oldu. Böyle olacağını bildiğimden yukarıdaki şemayı hazırladım. Gözler için durum bu kadar vahim ve anlaşılmaz değil; bir göz, kendisine bakmayan göze ne kadar baksa da onun kendisine bakmadığını fark etmez. Aptal aşıklar gibidirler. Fakat onlar gibi iğreti edici değillerdir. Bir -ben- değillerdir çünkü. Asıl problem 'ben' olmakta mı diye düşünüyorum zaman zaman.. Ama,Kadınlar da da içiyor. Kadınlar da acı çekiyor. Kadınlar da da da aldatıyor. Kadınlar da ağlıyor. Kadınlar da dinliyor. Kadınlar da öğreniyor. Kadınlar da da izliyor. Kadınlar da da da da da porno yeri geliyor bir kadın seni bile beceriyor. Her şey daha da eşit olacak, korktuğunuzdan daha eşit…Oluyor; olmalı da.. resim temsilidir acı bugün kendimi incittim hala hissediyor muyum diye acıya odaklandım tek şey bunun gerçek olduğuydu iğne bir delik yırttı eski tanıdık sızı o acıyı kesmeyi denedim ama her şeyi hatırlıyorum ne olmuştum ben? en tatlı arkadaşlarım? tanıdığım herkes son'da ebediyen gidicek hepsine sahip olmalısın benim toz imparatorluğumun canını yakacağım bok tacımı giyerim yalancımın sandalyesinin üzeri kırılmış düşüncelerle dolu ben onaramam zamanın lekesi altında duygu yok olur *sen başka birisisin ben hala buradayım ne oldum ben en tatlı dostlarım? tanıdığım herkes son'da ebediyen gidicek hepsine sahip olmalıyım eğer yeniden başlayabilirsem bir milyon mil ötede kendini muhafaza edeceğim bir yol bulacağım... acı the list Hayatımda yapmam gereken 100 şeyin listesini yapma zamanım geldi mi?- eminim şu anda içinizden benim listem 100′ü aşar’ diyorsunuz; ama düşünmeye başlayın 100′ü bulamayacaksınız.. Fazla iddialı bir söylemde bulunmuş olabilirim de.. dur, gitme Burnumda tütmek.. Gözümde tütmek.. Özlemek.. Özledim.. Özle.. öz.. Takvim yapraklarından koyulan isimler sizin yeriniz bende ayrıdır. babalar ve oğullar —Satranç çok saçma… Atlar okuma yazma bilmez ki. —Atların okuma yazma bilmesi gerekmiyor, senin bilmen yeterli. —Olur mu hiç, nasıl gidecek L şeklinde? —Kendi mi gidiyor? Sen götürüyorsun. —Olsun gene de saçma. Filler çapraz gider diye kuralı kim koymuş? Tuvalete koşan benden başka kimse çapraz gidemez. —Neden gidemesin? Köpeklere hiç arkadan baktın mı? Onlar da çapraz gider. —Satrançta köpek yok ki. —Evladım, köpek gidiyorsa fil de gider demek istiyorum. —Filler büyük ama. —Haklısın oğlum. Haklısın… Yoruldum. Hamleni yapacak mısın? —Kaleyi oynayayım diye düşünüyorum… Al işte, kalelerin yürüdüğünü de hiç görmedim. —Hayatında kaç kere gerçek bir kale gördün? —Gerçek kaleler yürüyormuş mu? —Yürümüyor. Bu sadece bir oyun. Neden bu kadar uzatıyorsun? —Sadece bir oyunsa doktorculuk oynayalım. Neden satranç oynuyoruz? Sıkıldım satrançtan. —Vallahi satrancın da sana pek güzel duygular beslediğini sanmıyorum. —Ne? —Yok bi şey. Bak, satranç çok eski bir oyundur. Kralların oyunu. Zekâ gelişimine yardımcı olur. Aptal bir çocuk mu olmak istiyorsun? —Monopoly oynasak? —Para oyunu o. Ne gerek var. Bak burada planlayarak, düşünerek oynama var. —Düşünerek mi? Sen hiç düşünmüyorsun ki, hemen vezirimi alıverdin. —Hızlı düşünüyorum. Sen de yap. —Ben yapamıyorum baba. Ben küçüğüm. Evcilik oynayalım mı? —Evciliği kızlar oynar. —Bunu da krallar oynarmış. Biz kral mıyız? —Öfff! Şimdi tablayı fırlatacağım duvara. Oyna, piyonu oyna. —Piyonlar hiçbir işe yaramaz. Boşuna. Bir de yeterince yürüyünce vezir mi oluyordu? Peh! Var mı öyle bir aristokrasi? —Aristokrasi mi?!.. Savaşları askerler kazanır, piyonlar kazanır. —Hangi savaştan bahsediyorsun? Hani kılıç? Hani bomba? Hani Rumsfeld? —Misal verdim oğlum. —Bana misal verme baba, bana… Neyse! —Delirtme beni çocuk. Kaleyi çek oradan bak filim yaklaşıyor. —Yaklaşsın, kale yıkılmaz ki. —Yıkılır. —Yıkılmaz. —Evladım, ben senin iyiliğini düşünüyorum. Hem öğren hem de gerçek bir oyun neymiş gör istiyorum. —Ne kralın karısı var, ne vezirin karısı var. Neresi gerçek? —Oğlum savaş bu. Savaşa kadınlar gitmez. —Kadınlar gitmez ama atlar tek başına… Jokeyler yolda mı düşmüş? —Sus da oyna… Bak fillerini hep aldım. —Filler sarhoş… Hiç de işime yaramaz. Ayrıca kral çok mu şişman, bir türlü gidemiyor… Saçma! —Şah derler ona. —Şah? —Şah. —Bi şey diycem baba. —Ne var? —Şah-mat! uyuyan güzeller Anne-babayla aile, eş, dost , hısım ve akraba ziyaretlerinden gece eve dönerken; arabanın arkasındaki o sonu hüsranla biten uyku dünyanın en güzel uykusudur kanaatindeyim.. evet. puding kaselerde yerini aldıktan sonra; tencerede kalanı tahta kaşıkla yiyenim ben. 3. hamur kağıttan yapılmış, gün be gün koparılan takvimler; sizler bambaşkasınız. kahramanın yokluğu İzahı güç. Aşk kötü bir sözcük fakat sözün tam anlamıyla, âşıktık. Bir kadınla sevişmeden onu gerçekten tanımanın mümkün olmadığından hiç kuşkum yok. Ve ne kadar çok sevişirseniz birbirinizi o kadar iyi tanırsınız. Ve iş görmeye devam ediyorsa, bunun adı aşktır. İş görmez olduğunda da, başkalarından farkınız kalmamıştır. Sevişmenin aşk olduğunu söylemiyorum; nefret de olabilir. Fakat sevişme iyi ise, diğer şeyler girer devreye; saçlarının kokusu, teninin yumuşaklığı, el-ayak tırnaklarının en nadidesi, elbisesinin rengi, kolundaki veya topuğundaki ben, çeşitli bağlılıklar ve kopukluklar; anılar, kahkahalar ve acılar... yaz sıcağı bi de eskiden güneş öğlenleyin 12-1 gibi tepede olurdu; güneş bile değişti arkadaş şu kahpe dünyada. artık 2-3 gibi tam tepede yerini alıyor mavi kubbede;işte o zaman gölgelerimiz ve suretlerimiz mutlak 0rakamla, sıfıryazıyla oluyor.. volkswagen -böyle bir arabamız olsa gezsek, tatil yapsak çok hoş olmaz mı? * deniz, kum ve güneş ritüelini yerine getirerek canımıza can katarız. gözyaşı.. Birbirimize vitaminler - moraller verdik, İçimizdeki şeytanlara zülfikarlarla saldırdık.. in Wonderland insanı delirten bir şey; herşeyin illüzyon olduğunu bilip de gerçekliğin ne olduğunu sorgulayarak yaşamak. şimdi yukarıdaki cümleyi okuduğun andan itibaren bu bir virüs gibi zihnine yerleşecek hatta şu an bu satırları okuduğuna göre yerleşti bile. gerçi bu bir kavrayış ve sezgi meselesi ama yine de bu kavram zihnine girdi ve nihayetinde sana da bu enfeksiyonu bulaştırdım. gün geçtikçe bu bir hastalık gibi ilerleyecek. -harikalar diyarına hoşgeldin.. ne idük Evlendikten sonra rahatlarız diye düşünmüştük. Hani o koşuşturmaca biter, elimize iki fincan kahve alıp evimizin balkonundan bahçedeki palmiyeyi, yağan karı izleriz, bahar gelince ağaçtaki kuşların cıvıl cıvıl sesini dinleriz diye düşünmüştük. Yok öyle olmadı. Ne kar yağdı oraya, ne kuşlar kondu ağaçlara. Onlar bir yana biz hiç oturamadık o balkonda. çevik F kuvveti Ülkemizde neden biberler gaz halinde kullanıyor; mangalda köz olarak kullansak daha makbule geçmez mi ? .mına kodum partisi seçimden sonraki ilk pazar seçim anketi yapma fikrini nasıl doğduğunu; bulana veya getirene 100 bin lira veriyorum.. duygusal bağırsak kurdu adam '' içimde hiç büyümeyen bir çocuk var '' kadın '' tenyadır o tenya ''

içimde bir şey yırttı ne demek